TarihYazılar

YÜZBİNLERCE KURŞUNLA KURTULAN ŞEHİR

 

Ülkemizde yıllardır süren; daha doğrusu kasıtlı bir şekilde sürekli gündeme getirilerek adeta bir algı olarak oturtulmaya çalışılan konulardan birisi de 470 yıl boyunca Türk devletinin başkenti olan İstanbul’un 6 Ekim 1923 yılında Şükrü Naili (Gökberk) Paşa’nın komutasındaki 3. Kolordu’nun şehre girerek özgürlüğüne kavuşturmasının bir zafer mi yoksa bir anlaşmanın sonucu mu olduğu tartışmasıdır. Tarihi veriler bu tarihin 470 yıl sonra yine bir Türk ordusunun şehri kurtarması olduğunu söylerken bir kısım ‘’fikir insanları’’ İngiliz ordusunun bir çatışma yaşamadan ve ‘’kurşun dahi atmadan’’ nasıl ve neden İstanbul’u terk ettiğini anlayıp anlatmaya çalışıyor. Bir takım çevrelere oldukça enteresan gelen bu olayın önce ve sonrasına detaylıca bakmadan sağlıklı bir açıklama yapmaya çalışmak faydasız bir çaba olacaktır. Çünkü maalesef ülkemizde özellikle son yıllarda tarihçiliğin altın kurallarından olan ‘’tarihi verilerin yaşandığı dönemin koşullarında değerlendirilmesi’’ ve ‘’neden-sonuç ilişkisi kapsamında değerlendirilmesi’’ kaideleri sıklıkla görmezden geliniyor.

Bu bağlamlarda İstanbul’un kurtuluşunu değerlendirmek için konuya nasıl işgal olunduğuna bakmakla başlamak gerekir. Yıllardır süren dağılma sürecinin sonunda Trablusgarp ve Balkan savaşlarını da yaşayan Osmanlı İmparatorluğu 1914 yılına geldiğinde adeta bir yok olma veya yeniden doğma mücadelesinin ortasındaydı. Dünyanın gidişatı gayet net ortadaydı. İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği sömürgeci kanat, İtalya ve Almanya gibi yeni aktörleri saf dışı bırakarak egemen güçlerini korumakta kararlıydı. Tarihte eşi görülmemiş bir topyekün savaş yaklaşıyordu ve Osmanlı İmparatorluğu istese de istemese de bu savaşın ortasında kalacağının farkındaydı. Çünkü konumu gereği sömürge coğrafyasının kesişim yolunda bulunan devlet eninde sonunda bir küresel güç birliğinin hedefi olacaktı. Bu doğrultuda İngiliz-Fransız ittifağına girme çabası içine giren İstanbul yönetimi bu konuda başarısız olunca biraz da mecburen Almanya ve Avusturya-Macaristan bloğuna itilmişti. Herkesin de bildiği şekilde I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan bu blok içerisinde de en büyük zararı Osmanlı İmparatorluğu görmüş; ağır anlaşmalar sonucunda toprakları fiili olarak işgal edilmişti. İşte bu gelişmeler sonucunda 1919’da başlayan Kurtuluş hareketi 1923 yılında nihayete ermiş ve İstanbul’daki Britanya kuvvetleri de şehri terk ederek şehri TBMM kuvvetlerine teslim etmişti.

İstanbul ve çevresinin bu şekilde çatışmasız bir şekilde Türkiye tarafından ele geçirilmesi yapılan gizli anlaşmaların değil; cephede kazanılan zaferlerin diplomaside de kazanılmasıyla ilgilidir. Çünkü tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi Britanya İmparatorluğu da yıllardır dünyanın dört bir yanında savaşlar sürdürüyordu ve hem İngiliz kamuoyu, hem Kraliyet Ordusu hem de Britanya ekonomisi bu yıllar içerisinde oldukça yıpranmış ve bitkin hale gelmek üzereydi. Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar onlarca yıldır savaş alanlarında bulunan Büyük Britanya için I. Dünya Savaşı da beklenen neticeleri pek vermemişti. Zaten elinde olan sömürgeleri dışında çok da fazla yeni bölgeler ele geçiremeyen Birleşik Krallık hükümeti için savaş döneminde harcadığı paraların üzerine bir de Türk İstiklal Savaşının da etkisiyle başlayan yeni bağımsızlık hareketleri ve müttefiklerinin de birer ikişer savaştan çekilmeleri artık savaşı sürdürülemez hale getirmişti. Savaşın sonunda başlayan ve ilerleyen yıllarda bütün dünyayı etkisi altına alan Büyük Buhran adı verilen küresel ekonomik krize giden yol bile küresel güçlerin yaşadığı zorlukları anlatmaya tek başına yeterlidir. Üstelik savaşın gidişatı da tamamen TBMM’nin istediği şekilde ilerliyordu. Bütün düşmanlarını birer birer yenerek Anadolu’dan gönderen Ankara Hükümeti bir avuç Yunan ve İngiliz birliğini de Marmara Bölgesine sıkıştırmış vaziyetteydi. Yaşanacak bir çatışmanın sonucu aşağı yukarı belliydi. Her ne kadar kaynaklarını sonuna kadar kullanmış ve yorulmaya başlamış olsa da moralli ve avantajlı konumda olan Türk ordusu şehir halklarının da desteğiyle kalan düşman birliklerini de kısa zaman içerisine imha edebilirdi. İşte bu sonuçları göze almak istemeyen Britanya tarafı sonucu belli olan bir savaşa girmektense anlaşma yoluna giderek kurtarabildikleriyle yetinmeyi seçmişti.

Görüldüğü gibi itilaf kuvvetlerinin İstanbul’u boşaltması sebepsiz değil; yıllarca süren mücadelelerin ve ödenen bedellerin bir sonucudur ve ne Türk ne de Dünya tarihinde emsalsiz bir vaka da değildir. Aslında tarihin garip bir cilvesi olarak buna benzer bir olay yine iki ülke arasında yaşanmıştı. 1807 yılında İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yaşanan  savaşta Britanya donanmasına ait bir filo İstanbul Boğazına demirleyerek şehre saldırmak için beklemeye başlamıştı ancak şehir halkı ve askerlerinin özellikle karada savunmaya hazırlandıklarını görünce yine tek bir kurşun dahi atmadan şehri terk etmişlerdi. Yine I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan işgaller de hükümet kuvvetlerinin hiçbir mukavemetiyle karşılaşılmadan yaşanmıştı. Yani İstanbul’un İngilizler tarafından kurşun atılmadan terk edildiğini savunmak aynı zamanda Balkanlardan Orta Doğu’ya kadar birçok bölgenin tek bir kurşun dahi atılmadan düşmanlara teslim edildiğini de kabul etmek anlamına gelmektedir. Medine’nin dahi düşmanlara teslim edilmesi emrinin İstanbul hükümeti tarafından veriliğini fakat Fahrettin Paşa ve askerlerinin bu emire karşı gelerek şehri son ana kadar savunduklarını unutmamak gerekir.

Türk İstiklal Savaşı yıllar boyunca bütün bir halkın özgürlük ve bağımsızlığını korumak için yürüttüğü ve tarihte eşine az rastlanır onurlu ve şerefli bir mücadeledir. Bu mücadelenin sonuçlarına, belirli veya bütün bir kısmına, tarihçiliğin temel prensiplerini yok sayarak belirli cümleler ve ezberlerle karşı çıkıp sorgulamak ise cahillikle açıklanamayacak bir ruh halidir. Bu düpedüz bir ‘’kasıt’’ tır. 4 yıl boyunca aralıksız olarak hem cephede göğüs göğüse çatışarak, hem diplomasi masalarında ödenen bedellerin karşılığını almaya çalışarak hem de gazeteciler aracılığıyla dünya kamuoyuna sesini duyurma mücadelesi verilerek yapılan bir savaşın sonunda neden çatışma yapmadan şehirleri aldınız diye sormak da sanırım kasıttan da ötededir. Araştırmak ve öğrenmek isteyene tarih her türlü kaynağıyla ortadadır. Bahsettiğim temel prensipler ışığında yapılacak her araştırma da insana tatmin edici cevaplar edinmeye çoğunlukla yeterli gelir. Tarihin her anı gizli detaylar altında olmadığı gibi her sorulmayanı soran veya bilinmeyene yorum getiren de uzman yada üstad değildir. Hatta çoğu zaman bu tarz kişiler tarihçi olmamalarının dışında tarih okuma yeteneğine dahi sahip kişiler de değiller. Ve belirli argümanları sıklıkla dile getirmek de onları doğru hale getirmez…

 

Alperen KÖSE

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu