ToplumYazılar

Okumak, Yazmak, Anlamak

 

 

Z kuşağı diye de bilinen 2000 kuşağı için belki abes kaçacak ancak bugün 30’lu yaşlarına dayanan nesil içinde bazı kişilerin aile büyüklerinin okuma-yazma bilmesi bile bir övünç kaynağı olabilirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan okuma-yazma seferberliği yıllar içinde yayıldığı için 90’larda 60 yaş ve üzeri kişilerde, özellikle de kırsal kesimlerde okur-yazar oranı bugünkü kadar fazla değildi. Tabii ki özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda artık yeni nesiller için okur-yazar olmak doğal bir süreç haline gelmişti ki bu sefer de ortaokul ve lise yıllarında birçok öğrencinin karşısına kâbus gibi bir konu ve soru türü çıkmıştı. Yukarıdaki metinde yazar ne anlatmak istemiştir?

Türkçe ve edebiyat derslerinin korkulu rüyası haline gelmiş bu kronik sorun günümüzde dahi varlığını oldukça güçlü bir şekilde devam ettiriyor. Bugün hemen herkes kendini ifade edememekten, doğru anlatamamaktan şikayetçi. Bazı kişiler sorunu kendisinde arasa da aslında karşı karşıya olduğumuz çok büyük bir toplumsal sorunumuz var. Okuduğunu veya dinlediğini anlayamamak.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından 3 yılda bir düzenlenen ve 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren PISA testinin 2018 yılı sonuçlarına göre Türkiye “okuma, matematik ve fen bilimi” alanlarının tamamında OECD ortalamasının altında kaldı. Üstelik 2015 yılına göre başarı puanını arttırmasına rağmen. Bu sonuçlara göre Türkiye, PISA testine katılan 37 OECD ülkesi arasında; Slovakya, Yunanistan, Şili, Meksika, Kolombiya ve İspanya’yı geçerek 31. sırada yer aldı.

15 yaş grubundaki öğrencileri karşılaştıran PISA araştırmasında ortalamanın altında kalan Türkiye’de yetişkinler daha da kötü bir performans gösterdi. Habertürk’ten Meltem Ersoy’un haberine göre; 40 ülkede 5’er biner yetişkinle yapılan görüşmeler neticesinde şekillenen PIAAC araştırmasına göre, okuryazarlık (işyerinde anlama-anlatım, anladığını uygulama), matematik ve teknoloji kullanım becerisi olmak üzere 3 alanda beceriler ölçüldü. Türkiye, işyerinde problem çözme ve teknolojiyi kullanmada 8 puanla OECD sonuncusu olurken, ortalama puan 31 çıktı. Çalışanların sadece yüzde 8’i bu alanda yetkin çıkarken, yetişkinlerin yüzde 40’ı işyerinde hiç bilgisayar deneyimi olmadığını söyledi. Bu oran OECD ülkeleri arasında en yüksek oran olarak dikkat çekerken, yetişkinlerin yüzde 45.7’si okuduğunu anlamada en kötü seviyede yer aldı. OECD ortalamasında bu oran yüzde 18.9 olurken, Türkiye sondan üçüncü sırada oldu. Rakamları anlamada (ki bu kategoride sayma, sıralama, basit aritmetik işlemler soruluyor) en kötü seviyede performans gösteren Türkler’in oranı da yüzde 50.2 oldu. Sadece 16-24 yaş arası dikkate alındığında Türkiye’nin beceri performansı bir nebze iyileşiyor. Okuryazarlık becerisinde ortalama puan 268; Türkiye’nin puanı 227 çıkarken, sadece 16-24 yaş arasında Türkiye’nin puanı 237’ye yükseldi. Bu kategoride OECD ortalaması da 275’e yükseldi. Aradaki farkın en yüksek olduğu yaş grubu 35-44 yaş arası. Bu yaş grubunda Türkiye ile OECD ortalaması arasında 48 puanlık bir fark çıktı.

Uluslararası yapılan bu araştırmaların sonuçlarının dış güçlerin bizi kıskanması veya kötü birer algı çalışması olduğunu düşünüyorsanız o zaman Milli Eğitim Bakanlığı verilerine bakalım. MEB, öğrenci, öğretmen ve okulun akademik beceriler üzerindeki etkisini ölçmek için 4’üncü sınıf öğrencilerinin katılımıyla hazırlanan ‘Türkçe-Matematik-Fen Bilimleri Öğrenci Başarı İzleme Araştırması’nın veri analizlerini yayımladı. Buna göre, öğrencilerin yüzde 40’ı Türkçede okuduğunu anlamıyor. Matematikte ‘akıl yürütme’ sorularını öğrencilerin yarısı yapamıyor. En başarılı sonuçlar fen bilimlerinde alındı. Yüzde 6’sı fende tüm soruları doğru yanıtladı.

 

Aslında günlük hayatımızda bu sorunla zaten sürekli karşı karşıyayız. Akşam dinlediğiniz veya gazetede okuduğunuz haberleri size tamamen farklı şekilde anlatan kişilerle sürekli karşılaşırsınız. Veya sosyal medyada paylaşılan bir haber, yorum hatta bilimsel bir veri için bile yapılan yorumlarda konunun ne kadar farklı şekillerde anlaşılıp yorumlandığına defalarca şahit olursunuz. En son örneğini geçtiğimiz haftalarda Koronavirüs ile mücadele kapsamında uygulanacak yeni tedbirlerin açıklanmasının ardından yaşadık. Açıklama biter bitmez özellikle sosyal medya tam bir bilgi kirliliğine büründü. Kimileri sokağa çıkma kısıtlamasındaki saatleri karıştırırken kimileri ise kim hangi gün çıkabilir meselesini karman çorman hale getirdi. Öyle ki yasakların yanlış anlaşılması sebebiyle insanların sokağa çıkmadığı illerin haberleri bile ana akım medyaya yansıdı. Böylesine hayati bir konuda bile bu denli anlaşılmanın etkisiyle İçişleri Bakanlığı hafta boyunca madde madde ve saatinden yaş aralığına kadar her konunun tek tek tüm detaylarıyla anlatıldığı genelgeler yayınlamak zorunda kaldı. Bir de anlasa bile anlamazdan gelen bir kesim var ki o apayrı bir sosyolojik vaka…

 

Dil birliği bir milleti bir arada tutan en önemli sac ayaklarından biridir. Ancak birbiriyle iletişim kurup birbirine kendini anlatabilen ve birbirini anlayabilen toplumlara millet denebilir. Öyle ki bugün birçok milletler topluluğunun temelini farklı lehçe ve ağızlarla da olsa aynı dili konuşan topluluklar oluşturur. Hepsinin dışında anlamak ve anlaşılmak insanlar için oldukça önemli bir sosyal ihtiyaçtır. Bu meziyetlerin kaybolduğu topluluklar önce bilimsel ve sanatsal ilerlemelerini, sonrasında da millet ve toplum olma özelliklerini kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirler. Bugün yaşadığımız bu büyük sorunu yetkililere ‘’doğru bir şekilde iletip anlatmamız’’ gerektiğini düşünüyorum. Umarım bunda başarılı oluruz. Büyük fikir adamı İsmail Gaspıralı’nın dediği gibi ‘’Dilde, fikirde, işte birlik’’

 

Alperen KÖSE

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu