TarihYazılar

Demokrasi Tarihimizden Bir Kesit

 

Merhaba sevgili dostlar. Bugün sizlere Osmanlı devletinin 1. Dünya savaşına girmeden önceki halet-i ruhiyesini anlatmaya çalışacağım. Çünkü toplumumuzda Osmanlı devletinin 1. Dünya savaşına girmesinin yanlış olduğunu, sanki her şey çok iyi gidiyordu da 1. Dünya savaşına girdikten sonra mağlup olduk ve mükemmel devletimiz birden yıkıldı diye düşünen insanların varlığından sizlerde haberdarsınızdır. Amacımız bir fikri savunmak ya da çürütmek değil, gerçekleri dile getirmektir. Bu noktada toplumuzda yanlış bir intiba ya da inanış mevcutsa bu sayede düzelmesini umut etmektir.

Malum Osmanlı devletinin 1700’lü yıllardan beridir sürekli rekabet ettiği devlet olan Rusya nihayet sıcak denizlere inmek için yüzyıllar boyunca Osmanlı devletinin yıkılmasının gerekliliğine inanıyordu. Bu amaçla hem Kafkasya’da hem de Balkanlar’da sürekli bize saldırarak topraklarını elinden geldiği ölçüde genişleterek ya da Osmanlı’yı bölgeden uzaklaştırarak amacına ulaşmayı hedefliyordu. Bu süreçte Osmanlı Devleti, ilk dönemler Rusya ile tek başına mücadele etmeye gücü yetse de bir süre sonra Ruslar ile güç dengesi bozuldu. Rusya askeri, teknik, ekonomik olarak bizden daha ileriye gitmeyi başardı. Özellikle 1768-74 Savaşı ve devamında gerçekleşen Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesine karşı 1787-92 Savaşlarında Rusya’ya karşı alınan feci mağlubiyetler artık Rusları tek başımıza durdurmamızın ya da hakkından gelmemizin mümkün olmadığını ortaya çıkardı. Bu saatten sonra belki yine cephede Ruslarla tek başımıza dövüşecektik ama antlaşma masasında haklarımızı savunacak bir başka büyük devlete ihtiyacımız olmuştu. O arkadaş da Rusların Akdeniz’e inmesini kendi çıkarları açısından tehlikeli bulan İngiltere olacaktı. İngilizler, Rusları kuzeyde tutmak istiyordu bu sebeple de Osmanlı Devletinin bölgede tampon oluşturmasını istiyordu. Tabi ki İngiltere’nin bu siyaseti bizim işimize geldi ve bundan yaklaşık yüz yıl boyunca yararlandık. Ama her şey meşhur 93 harbi adıyla bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile değişmeye hata tersine dönmeye başladı. Çünkü malum savaşta Osmanlı Devleti o kadar zayıf ve güçsüz bir görüntü çizmişti ki bu durum karşısında İngiltere artık “Osmanlı duvarı biz ne yapsak da çökecek” diye düşünmeye başladı. Dolayısıyla tüm çabalara rağmen bu “duvar” çökecekse geride başka önlemler alınmalıydı. Bu sebeple İngiltere tabiri caizse “Madem Osmanlı yıkılıyor ve parçalanıyor. O zaman yıkan ben olayım, kendime göre en stratejik bölgelerini ben alayım. Diğerleri Rusların olsun.” siyaseti izlemeye başladı ki savaştan sonra imzalanan Ayestefanos ve İngilizlerin itirazı ile yerine imzalanan Berlin Antlaşmalarındaki İngilizlerin tutumu buna kesinlikle kanıttır.

Osmanlı Devleti de daha o vakit İngilizlerin değişen tavrını görmüş olacaklar ki ayakta kalabilmek için yeni bir müttefik arayışına girmiş ve Avrupa’nın genç, yeni yükselen değeri Almanya ile ilişkilerini bu anlamda geliştirmeye başlamıştır. Sultan II. Abdülhamit dönemi Osmanlı- Alman yakınlaşmasının bu siyasi gelişmeler üzerine gerçekleştiği devir olacaktır. Hiç şüphesiz bu yakınlaşma her şeyden çok askeri alanda olacaktır. Kısa sürede Osmanlı ordusunda görev almaya başlayan Alman askeri uzmanları sayesinde Osmanlı ordusu Prusya- Alman ekolüne doğru hızlıca evrilmeye başlayacaktır. Ayrıca Almanlardan satın alınmaya başlanan silahlarla da ordumuzun modernizasyonu sağlanacaktır. Bunu şunun için anlattım aslında. Osmanlı devletinin I. Dünya savaşında Almanların yanında girmesini Enver Paşa’nın Almanlara olan hayranlığına yoranların ne kadar mesnetsiz ve içi boş bir iddiada bulunduklarını anlayalım. 1880’lerde başlayan Osmanlı – Alman yakınlaşması I. Dünya savaşından hemen önce ortaya çıkan bir vaka değildir.

Her ne kadar askeri ve teknik olarak kendini toparlamaya çalışsa da Osmanlı ordusu maalesef 1900’lerin başından itibaren müthiş bir siyasi çekişme arenasına dönüşmüştür. Bu da tüm yatırımları maalesef akamete uğratmış ve sahada karşılığının alınamamasına sebep olmuştur. Genç subayların bir kısmı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup olmanın vermiş olduğu muhalif hava ile hem padişahın politikalarını eleştiriyorlar hem de ordu içinde alaylı subayların yeteneklerini sorguluyorlardı. Buna bir tepki olarak da bir takım subaylar kendi aralarında başka başka siyasi oluşumlar içine girmiş ve İttihat ve Terakki’ye cephe almışlardı. Deyim yerindeyse subaylar arasında rekabet orduyu tam bir siyasi bataklığa sürüklemişti. Bunun da en net yansımasını Balkan Savaşlarında yaşayacaktık. Tarihimizin en büyük felaketlerinden biri olan Balkan Savaşları esnasında ordudaki siyasi çekişmenin vermiş olduğu koordinasyonsuzluk sevk ve idareyi felç edecek kadar mühim bir hal almıştır.

Netice! Tabi ki hiç tahmin edilemeyen, hiç umulmayan bir mağlubiyet ve Balkan topraklarını kaybımızla sonuçlanacaktır. 1912’de başlayan I. Balkan muharebelerinde yaşanan acılar ve felaketler hiç şüphesiz siyasette de büyük bir deprem etkisi yaratacak. 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyetin mimarı olan İttihatçılar, hükümetteki rakipleri olan Hürriyet ve İtilaf Partisinin başbakanı (sadrazam) Kıbrıslı Kamil Paşa’yı istifa etmeye çağıracaklardır. Çünkü mağlubiyetin müsebbibi siyasi iktidardı ve bunun diyetini ödemeliydi. İstifa ise en onurlu diyet olacaktı. Ama Kamil Paşa buna yanaşmadı. İttihat ve Terakki Partisi yapısı itibariyle subaylar arasında kurulan ve genişleyen, subayların daha çok içinde bulunduğu bir parti olması bakımından sivil siyasete kendisini hemen adapte edemeyince II. Meşrutiyetin ilanından sonra hükümete muktedir olamamış ve hala çoğunluk olarak askeri bir oluşum görüntüsü vermekteydi. Yani militarist yapısı hala ağır basmaktaydı. Kamil Paşa istifa etmeyince geriye tek bir yol kalıyordu o da zorla istifa ettirmek yani görevden el çektirmek.

Demokrasi tarihimizdeki ilk darbe olacak olan Bab-ı Ali Baskını (23 Ocak 1913) işte bu ortamda İttihat ve Terakki’nin girişimiyle Kamil Paşa’nın zorla istifa ettirilmesi ile sonuçlanan vaka olarak yerini alacaktır. Bab-ı Ali baskını sonrası İttihatçılar artık devlet yönetimine tamamen egemen olmuşlardır diyebiliriz. Her ne kadar İttihatçılar devletin yüksek mekanizmalarını ele geçirmiş olsalar da istedikleri gibi politika geliştirip uygulayacak bir zaman bulamadan 1914 yazında I. Dünya savaşı başlamıştır. Kaldı ki Bab-ı Ali Baskını sonrası iç siyasetin harareti bir türlü düşmek bilmemiş, İttihat ve Terakki ile mücadele eden partiler bu darbeye şiddetle karşı çıkmışlar ve siyasi arenamız sert rüzgârlarla sarsılmaya devam etmiştir. Bu esnada yaşanan en ibret verici olay ise darbeden sonra İttihatçıların sadrazamlık makamına getirdikleri Mahmut Şevket Paşa’nın İstanbul’un orta yerinde suikast ile katledilmesidir. Demek oluyor ki diğer partiler İttihat ve Terakki’nin tam olarak sivil bir oluşuma geçememesinin ya da bilinçli olarak geçmemesinin vermiş olduğu militarist baskı unsuruna da tepkililer ve İttihatçılara “anlayacakları dilden” karşılık vermek gibi bir niyete girişmişlerdir.

Aslında yaşananların şöyle bir arka planı da var. Demokrasi tarihimizde siyasi partiler ilk defa 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet sonrasında kurulmuşlar ve faaliyete başlamışlarıdır. Yani devletimizin en çalkantılı döneminde doğmuşlardır. Nasıl ki anne ve babanın şiddetli geçimsizlik yaşadığı bir ev ortamında doğan ve bebeklik geçiren çocuklar o şiddet ortamından ruhsal ve davranışsal olarak etkilenip ilerleyen dönemlerinde o asabiyeti sergiliyorlar ise siyasi partilerimiz de benzer bir durum yaşamıştır. II. Meşrutiyetten sonra mevcut kargaşa ortamında sağlıklı politikalar geliştirmek imkânını pek bulamamışlardır. Birbirleriyle nasıl rekabet edeceklerini de ve hangi enstrümanları kullanacaklarını da pek netleştirmiş değillerdir. Özellikle İttihat ve Terakki Partisi’nin deyim yerindeyse askerlerin partisi olması rakiplerine karşı kullandığı dilin barut kokması ve kendilerini eleştiren Hasan Fehmi ve Ahmet Samim gibi gazetecilerin kimliği belirsiz kişilerce öldürülmesi muhalefeti de benzer dili kullanmaya itecektir.

1908-1914 yılları arasında yaşanan gelişmeler Osmanlı devletinde her zaman bir yüksek tansiyon halinin bulunması maalesef sivil demokrasi kurumlarının bir türlü oluşturulamaması ve devamında 1. Dünya savaşının patlak vermesi karşısında tüm yönlerimizle bizi büyük bir felaketin içine sürükleyecektir tabi ki.

Görüşmek üzere. Sağlıcakla kalınız…

Emrah Öztürk

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu