
Hayal edin. Avuç içi kadar bir yerde 22 kişi konuşamadan bir umut bekliyorsunuz. Sıkışıp kalmışsınız. Ne bir ses var ne de bir ışık. Zaten neredeyse hiçliğin ortasındasınız. Birileri sizi görecek mi? Duyacak mı? Belli değil. Daha da kötüsü aslında siz 22 kişi de değildiniz. Diğer 42 arkadaşınıza ne oldu? Belli değil. İçerisi zifiri karanlık dışarısı daha da beter. Bir sigara yakayım desen mümkün değil; oksijen bile sayılı. Ne yapardınız? Bir şeyler mırıldanayım hem rahatlayayım hem sakinleşeyim dedin mesela ama konuşmak yasak ne şarkı türküsü! Derinlere doğru ağır ağır iniyorsun farkında mısın? Sanki diğerlerinin seslerini duyar gibi oluyorsun. Aşağısı kalabalık. Dünyanın en büyük donanmasının çoğu burada yatıyor. 30-35 sene oldu daha hatta senin baban, amcan, deden yolladı onları bu dipsiz sulara. Talihin işine bak şimdi sende onların yanına gidiyorsun. Her yer karanlık, nefes almak git gide zorlaşıyor, hava kurşundan bile ağır artık. Derken telefonda bir ses!
-Alo… alo ben gümrük motorundan Selim Yoludüz. Kimse var mı?
Sanki bir insan değil de ilahi bir ses, bir kurtarıcının sesi. Odadaki sorumlu hemen cevap veriyor.
-Ben Astsubay Selami Özben, elektriğimiz kesik, denizaltı sancak tarafına 15 derece yatık, kıç torpidoda yalnız 22 kişiyiz, diğer 42 arkadaşımızdan haber alamıyoruz.
-Merak etmeyin kurtarma gemileri yolda. Siz oksijeninizi idareli kullanın. Yakında sizi kurtaracağız.
Ve ses tekrar kesiliyor. Ama artık umut var, sadece sende değil diğer arkadaşlarında da. Yüzler gülmeye başladı kimisi içinden dualar mırıldanıyor kimisi şükürler ediyor. Bekliyorsunuz, zifiri karanlıkta çıt çıkarmadan, nefes alırken bile ağır ağır, olabilecek en az şekilde soluklanıp bekliyorsunuz…
Ne kadar oldu. Telefon kapanalı, ne kadar zaman geçti? Çok oldu mu? Yoksa sana mı çok uzun geliyor? Beklemelerin en zoru; kıpırdamadan, konuşmadan hatta derin bir offf bile çekemeden. Az önce sana lütfedilen umut bile eziyet olmaya başladı artık. Hani umudun olmasa; ha biraz önce ha biraz sonra ne fark eder deyip de belki derinden bir nefes alırsın, sağa sola hareketlenir en azından rahat bir şekilde beklersin sonunu. Ama şimdi öyle mi? Yapacağın bir fevri hareket sadece seni değil, 21 arkadaşını da yok edebilir hatta belki de saniyelik bir farkla. Tam bunlar geçerken kafandan telefondan yine bir ses, kurtarıcının sesi…
-Astsubayım… Konuşabilirsiniz, şarkı türkü söyleyebilirsiniz hatta cigara bile içebilirsiniz…
Nasıl yani? Hani yoldaydılar, hani geliyorlardı, çıkacaktık buradan ne demek şimdi bu? Ne oldu umuda ne oldu ettiğimiz dualara? Buraya kadar mıydı? Böyle sıkışıp kalmış bir şekilde? Bu üniformayı giyerken hiç böyle hayal etmemiştin halbuki. Bir denizci, bir bahriyeli gibi yaşayacak, düşmanı bir daha bu topraklara yaklaştırmayacak, yaklaşanı pişman edecektin. Hatta damatlığın bile bu üniforma olacaktı. Sahi geride bıraktıklarına ne olacak şimdi? Annen, baban, kardeşlerin, arkadaşların ve… Artık bir önemi yok. Artık onlar yok. Sende durumu kabullendin. Umudun içerideki oksijen gibi bitip tükendiği zaman cebinden tablanı çıkardın, ağzına bir cigara koyup kibriti çaktın, sonra da tablayı ve kibrit kutusunu yanındakine verdin. Önce ciğerlerine kadar çektin dumanı sonra da hiç yapmadığın kadar kuvvetli bir şekilde üfledin. Sonra ağzından kendiliğinden çıkıverdi o türkü. Ah bir ataş ver cigaramı yakayım… Zaten artık yapacak başka bir şey de kalmamıştı. Bir bahriyeli olarak yaşadın, ölümü de bir bahriyeli gibi karşılayacaksın; babanın, amcanın, dedenin bu derinliklere gönderdiklerinin yanına giderken…
4 Nisan 1953 gününün sabahında Çanakkale Boğazının Nara Burnu açıklarında Dumlupınar Denizaltısı mürettebatı bunları yaşadı. Gece 02:15’te İsveç bandıralı Naboland yük gemisiyle çarpışan Dumlupınar’da güvertedeki 8 bahriyeli boğaza düştü, ikisi pervaneye kapıldı, biri de şiddetli akıntıda boğularak anında şehit oldu. Kaza o kadar ani olmuş ve Dumlupınar o kadar hızlı batmıştı ki, beraber tatbikattan döndükleri ve Dumlupınar’ı takip eden I. İnönü denizaltısı bile kazayı fark edememiş, üslerinde döndüklerinde bir aksilik olduğunu anlayabilmişti. Ancak 22 denizci geminin torpidosuna sığınabildi. Yüzeye fırlattıkları şamandıra sabahın ilk ışıklarında fark edildi. Saat 11:00 civarında kaza alanına ulaşan kurtarma gemileri ise boğazın güçlü akıntısı karşısında çaresiz kalmıştı. Zira Nara Burnu, Çanakkale Boğazı’nda akıntının en güçlü olduğu yerlerden biriydi. Zaten çalışmalar güç bela ilerlerken saat 15:00 sularında şamandıranın telefon kabloları da kopunca denizaltıyla iletişim şansı tamamen kaybedildi. Yine de çalışmalar 7 Nisan Salı saat 15:00’e kadar devam etti çünkü dolu bir oksijen deposu bir denizaltına ancak 72 saat yeterdi. Ancak pazartesi günü netice tüm yurda bildirildi.
Milli Savunma Bakanlığı Temsil Bürosu’nun 6 Nisan 1953 Pazartesi Günlü Tebliği:
Çanakkale’de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir.
Bundan sonra tebliğ neşredilmeyecektir.
Hayatlarından ümit kesilen personelin isimleri aşağıdadır:
Subaylar: Kurmay Albay Hakkı Burak, Makine Kıdemli Yüzbaşı Naşit Öngören, Makine Yüzbaşı Affan Kayalı, Güverte Üsteğme İsmail Türe, Makine Üsteğmen Fikret Coşkun, Güverte Teğmen Bülent Orkun, Güverte Teğmen Macit Şengün
Astsubay Kıdemli Başçavuşlar: Şevki Özsekban, Ali Tayfun, Emin Akan, Ömer Öney, Mehmet Denizmen, Sait Yıldırım
Astsubay Başçavuşlar: Cemaleddin Denizkıran, Salahaddin Çetindemir, Zeki Gider, Kemal Acun, Hüseyin Uçan, Cemal Kaya, Naci Özaydın Astsubay Çavuşlar: Bahri Serseren, İhsan İçdemir, Selami Özben, İbrahim Altıntop, Şaban Mutlu, İhsan Coşkun, Hamd Reis, Samim Nebioğlu, Mustafa Doğan, İhsan Aral, Zeki Açıkdağ, Necdet Yaman, Tuğrul Çabuk, Mehmet Ali Yılmaz Mükellef
Çavuşlar: Karasulu Veysel Saygılı, Rizeli Ramazan Yurdakul
Mükellef Onbaşılar: Milaslı Niyazi Giritli, İstanbullu Züğfer Ceylan, İstanbullu İbrahim İşlemeci, Trabzonlu Murat Yıldırım, Bodrumlu Mehmet Kızılışık, Bodrumlu Emin Süzer
Erler: Çanakkaleli Mehmet Demirel, Bigalı Ali Gökçü, Antalyalı Nurettin Alabacak, Bandırmalı Ömer Yalçın, Edremitli Ali Aslan, Lapsekili Ülfeddin Akar, Şileli Bekir Sarı, Sürmeneli Yusuf Demir, Rizeli Mehmet Aydın, Sökeli Mustafa Özsoy, Marmarisli NUri Acar, Çorlulu Hüdai Çağdan, Lapsekili Kadir Demiroğlu, Tekirdağlı Fikri Ulaştırıcı, Bigalı Hüseyin Sayım, Bartınlı Hüseyin Kayan, İzmirli Kenan Odacıoğlu, Lapsekili Ahmet Günal, Bartınlı Mustafa Taşçı, Çanakkaleli Hasan Bozoğlu, Bursalı İbrahim Aksoy, İzmirli Feridan Kırcalı, Ordulu İsmail Özdemir, Çarşambalı Hasan Arslan, İnebolulu Ahmet Özkaya, Çanakkaleli Enver Uçar, Foçalı Necati Kalan, İnebolulu Murat Suyabatmaz, Giresunlu Mehmet Demir, Giresunlu Galip Yılmaz, Göreleli Hasan Kelleci.
Televizyon için “Dumlupınar” isimli belgeseli hazırlayan Savaş KARAKAŞ, CNN Türk kanalında yayınlanan belgeselinde bir başka çarpıcı detayı izleyicisiyle paylaştı: “Donanmamızda ilk Dumlupınar isimli denizaltı bir İtalyan yapımıydı ve 1931’de envantere alınan denizaltı Haydarpaşa’da br gaz tankerinin çarpması sonucu hasar görmüş, 1949’da envanterden çıkarılmıştı. Donanmamızdaki ikinci Dumlupınar denizaltımız ise 1950’de ABD’den alınmış ve 3 yıl sonra bu acı olay yaşanmıştı. 1972’de yine ABD’den alınan başka bir denizaltıya 1953’te yaşanan elim hadisenin hatırasını yaşatmak için Dumlupınar ismi verilmiş fakat bu sefer de yine Çanakkale Boğazı’nda bir Rus Tankeriyle çarpışan denizaltı can kaybı yaşanmadan karaya zor bela oturtulmuştu. Bu son kazanın ardından Türk donanmasında hiçbir deniz taşıtına Dumlupınar ismi verilmedi.”
Alperen Köse