İlahiyatYazılar

Kur’an’cılık Söylemi ve Namaz Ayetlerinin Ortaya Çıkışı

 

Tarih boyunca hem kelamî hem de amelî fırkalar ve mezhepler oluşmuştur. Bu ihtilaflar daha sahabe döneminde başlamıştır. Bunların bir kısmı iyi niyet ve masum nedenler, kimisi nakle bağlılık, kimisi akla itibar, kimisi ise siyasi ve ideolojik çekişmelerin bir tezahürüdür. Her mezhep ya da fırka kendi görüşlerini Kur’an’a öyle ya da böyle dayandırarak meşrulaştırma çabasına girmiştir. Ve bunu da yapabilmişlerdir. Çünkü Kur’an ayetleri yoruma fazlaca açıktır. Hariciler Müslümanları tekfir edip, katletmelerini Kur’an’a dayandırıyorlardı. Hz. Ali, Abdullah ibn Abbas’ı onlara gönderirken de bunu bildiği için İbn Abbas’a “Onlara sakın Kur’an okuma, Kur’an suskundur onu insanlar koşturur.” der.

Günümüzde ise zamanın getirisi olarak yeni bir yorum ve söylem ortaya çıkmıştır, Kur’an’cılık. Mevdudi, bu söylemin ortaya çıkma sebebini Batı karşısında eziklik ve geri kalmışlık olarak tanımlar. Aslında doğrudur da. Çünkü Doğu’nun düşüşü, Batı’nın yükselişi değer yargılarını değiştirdi. Bu etki alanına Müslüman toplular ister istemez girdiler. Kur’an’ın bazı beyanlarının modern dünyanın getirileri, yeni değer yargıları ve ahlak normları ile çatışması İslam dünyasında ezilmişliğe yol açtı. Hal böyle olunca yeni bir din söylemi gerekti. Bu din söylemi ise hem modern dünyanın getirilerini içinde barındıracak hem de tarih boyunca her fırkanın yaptığı gibi hepsi en sağlam dayanaktan, yani ilahi kitap Kur’an’dan çıkacaktı. Çünkü rivayetler ve gelenek ile bu pek mümkün değildi. Peki Kur’an ile?

Kur’an ile mümkün olup olmamasının pek de bir önemi yok. Çünkü bağlamı atınca elinizde salt lafız üzerinden istediğiniz gibi yorumlayabileceğiz, kelimelere yeni anlamlar yükleyebileceğiniz ve bir kelimedeki muhtemel manalardan şahsi görüşünüze en uygun olanı hiçbir delil olmaksızın, modern dünyanın getirilerine en uygun olacak şekilde seçebileceğiniz bir metin kalıyor.

Kur’an’cılık söylemine gelince, geleneğin, tarih ve rivayet müktesebatının bir çırpıda silinip salt Kur’an lafzı üzerinden dini söylem ve hüküm çıkarma çabası olarak özetlenebilir. Günümüzdeki bu hareketin temelleri Seyyid Ahmet Han ve arkadaşları tarafından 19. yüzyılda Hint alt kıtasında atılmıştır. Ancak bu hareketin asıl gelişimi Abdullah Çekralevî sayesinde olmuştur. Anadolu’da özellikle gençler arasında rağbet gören bu fikri akım içerik olarak ciddi problemler üretmektedir. Zira salt lafız üzerinden yeni bir din yorumu çıkartmak bir yana, lafzın kendisinin dahi anlaşılması mümkün değildir. Zira bunun en büyük tezahürleri ilk olarak tabiin neslinde başlamıştır. Hz. peygamberin vefatı ve sahabe neslinin büyük ölçekte kayboluşu, yeni nesil için Kur’an ile aralarına büyük bir set çekmişti. Bundan ötürü o zamana en yakın olan Abdullah b. Abbas’a sürekli başvurma ihtiyacı duyuyorlardı. Çünkü ayetteki “hu” (o) zamirinin nereye gittiğini en iyi onun bilebileceği düşünüyorlardı.

Ancak günümüzde ideolojik kabullerle “Kur’an açıktır, başka bir şeye gerek yoktur.” söylemi, bu ilmi disiplini bir çırpıda atmaktadır. Oysa bu, gerçeklikten uzak, duygusal bir söylemdir. Genellikle bu iddiaya gelenekçi Müslümanlar cevap olarak “Sadece Kur’an’sa Kur’an’da namaz kıl der, ancak namazın nasıl kılınacağı yoktur.” tarzındaki soruyu sık sık kendilerine yöneltirler, oysa bu soru dahi eksiktir. Çünkü Kur’an salt lafız üzerinden “namaz kılın.” demez. Zira mealde “namazı kılın.” diye tercüme edilen أَقِيمُوا الصَّلَاةَ lafzı 1400 senedir Ümmet-i Muhammed’in fiilen uygulaya uygulaya tevatüren naklettiği sünnet itibara alınarak verilmiş bir anlamdır. Çünkü ne “namaz” diye çevrilen الصلاة lafzından namaz, ne de “kılın” diye çevrilen أقيموا lafzından farz hükmü çıkar. Salat kelimesi صلّى (salla) fiilinden فعلة (fa’let) veznindedir. Sözlükte, dua, rahmet, istiğfar, tebrik, yüceltmek gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin kökü hakkında ateş ile tutuşturmak, yakmak, kalçaları hareket ettirmek gibi anlamlar kitaplarda nakledilmiştir. Cevat Ali ise salat kelimesinin Aramice boyun bükmek, rüku etmek anlamına gelen صلا kelimesinden geldiğini iddia eder. Bu kadar anlam karmaşasının içinde salt Kur’an lafzı üzerinden günde 5 vakit namazdaki namazı çıkarmak mümkün değildir. Zira kelimeler birden fazla anlama gelmektedir. 5 vakit namazdaki namaz anlamını ayetlere yükleyen Hz. peygamberin sünnetidir. Onun ardından yine salt lafız üzerinden namazın farz oluşu da çıkmaz. Çünkü Kur’an’da emir sigasıyla gelen her lafız vücub ifade etmez. Mesela Bakara Süresi 187. ayetteki “Siyah iplik beyaz iplikten ayrılıncaya kadar yiyin için” diye meal verilen وَكُلُوا وَاشْرَبُوا (yiyin, için) emir sigasıyla gelmiştir. Oysa vücub değil ibaha ifadesidir. Yani “yiyebilirsiniz, yemenizde bir sakınca yoktur.” anlamındadır. Aksi taktirde emir olarak kabul edersek “Fecr vaktine kadar ağzınız hiç boş durmayacak.” şeklinde akla ziyan bir sonuç çıkar. Müdayene ayeti diye bilinen Bakara Süresinin 282. ayetinde de borç akdinin yazılması emir sigası ile yani فَاكْتُبُوهُ (onu yazın) şeklinde gelmektedir. Ayrıca bu yazım işinin de şahitlerin huzurunda gerçekleşmesi için emir sigasıyla وَاسْتَشْهِدُوا (şahit tutun) şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Oysa 4 mezhep bu ifadenin vücub değil nedb yani “yapılması iyi olan” olarak yorumlamışlardır. Zira farz olarak telakki edildiği takdirde bakkaldan veresiye bir ekmek almak için bile bunu şahitlerin huzurunda yazmak gerekecektir. Bundan ötürü أَقِيمُوا (ikame edin, kılın) lafzının emir sigasıyla gelmesi salt metin üzerinden farz hükmünün çıkarılmasına kat’i manada imkan tanımaz. Namazın farziyeti Kur’an’dan çok sünnet ile sabittir. Kur’an ayetlerindeki “ekîmü’s-salah” ifadesi, bu sünnet itibara alınınca ıstılah manasına hamledilip “namazı kılın” olarak anlaşılır.

Sünneti itibara almayıp sadece Kur’an söylemi ile dinin pratik hayata dökülmesi bu noktada pek mümkün görülmemektedir. Çünkü Kur’an ayetlerinin subutu sünnet kadar kat’i değildir, sünnet daha belirleyicidir, daha açıktır. Eğer sünnetin dindeki belirleyici rolü tasfiye edilirse, tüm rivayet müktesebatı bir çırpıda silinirse eldeki malzeme ile karmakarışık bir tablo ortaya çıkar. Salt lafız üzerinden dinin anlaşılamayacağı, sünnete ve bağlama olan önemi Basra Kadısı Ubeydullah b. Hasan’ın tespiti her şeyi özetler niteliktedir. “Kur’an’da ihtilafa delalet vardır. Kaderi reddedenler doğru söylemişlerdir. Bu görüş için Kur’an’dan bir asıl (mesned) vardır. Cebriyye’nin de dedikleri doğrudur.  Onların görüşleri için de, Kur’an’da bir asıl vardır.  Kim kaderi reddederse, doğrudur. Kim cebr görüşünü kabul ederse o da doğrudur. Çünkü bazen bir tek âyet, iki muhtelif  manaya delalet eder ve birbirine zıt iki manaya çekilebilir… Her kim ‘zina eden mü’mindir’ derse, isabet etmiştir. Her kim ‘kâfirdir’ derse, o da isabet etmiştir. Bir başkası ‘ne mü’mindir ne kâfirdir fakat fâsıktır’ derse, o da isabet etmiştir. Bir başkası ‘o kâfirdir, müşrik değildir’ derse o da isabet etmiştir. ‘Kâfirdir ve müşriktir’ diyen de isabet etmiştir. Çünkü Kur’an, bütün bu manalara delalet etmektedir.”

Yazar : Selçuk Doğru

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu