GündemTarihYazılar

Türk – Yunan Gerginliğinin Tarihsel Arka Planı

 

Bugün hem Doğu Akdeniz, hem de Libya ve Mısır’ın dahil olduğu deniz sınırları anlaşmalarıyla tekrar gündeme gelmiş gibi gözükse de aslında Ege Adaları veya bilinen ismiyle 12 ada meselesi temelli Türk-Yunan çatışması yaklaşık 100 yıldır hiçbir zaman güncelliğini kaybetmeyen ve adeta Gordion düğümüyle bağlanmış ve çözülemeyen bir mesele olarak tarih sahnesindeki varlığını sürdürüyor. Hakkında hemen herkesin bilgi sahibi olmasa bile fikir sahibi olduğu bu mesele ile ilgili kaçınılmaz olarak hem Türkiye’de hem de Yunanistan’da tarihçiler ve siyasiler zaman zaman popülist ve gerçeğin dışında ‘’yorumlarını’’ da belirtmekten geri kalmıyor. Hal böyle olunca zaten çözülemeyen mesele her geçen gün daha da karmaşıklaşıyor. Peki meselenin iç yüzüne baktığımızda tarih bize neler söylüyor?

İki ülke arasındaki gerilimin sebebi Ege adaları ve kıta sahanlığı meseleleri gibi görülse de meselenin kökeni çok daha eskiye dayanıyor. Kimi yorumlara göre çatışmayı Türk-Bizans savaşlarına kadar götürmek bile mümkün. Ancak bugünkü ilişkilerin temelini 1821 yılında başlayan ve 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığına kadar süren bizdeki adıyla Yunan isyanı, Yunanistan tarafına göre ise Yunan Bağımsızlık hareketine temellendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. 8 yıllık isyan sürecinde Yunanistan Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsız olan ilk topluluk olma ünvanını elde etmiş olsa da özellikle bu süreçte ve ardından iki ülkenin karşı karşıya geldiği Balkan ve Türk İstiklal Harbi dönemlerinde yaşanan karşılıklı kanlı çatışma ve katliamlar iki ülke ilişkilerine neredeyse kapanması imkansız yaralar açmıştır. Gönüller her ne kadar huzurlu, barış ve karşılıklı anlayış içerisinde yaşanan bir dünya istese de hayatın gerçekleri de bize sadece insanlık tarihi içerisine de değil, Dünya varolduğundan beri bütün canlılar arasında yaşanan ve yaşanmaya devam edecek çatışmaların hatta katliamların Dünya durdukça devam edeceğini gösteriyor.

Bugün kuşkusuz bir Yunan tarihçiye yahut sıradan bir vatandaşına sorduğunuzda sizlere Türklerin Yunanlara karşı işlediği onlarca insanlık suçu ve sistematik katliamdan bahsedecektir. Aynı durum bir Türk içinde geçerlidir. Bunlardan bazısı hakikat bazısı abartı bazısı da düpedüz safsata olacaktır. Ancak bir olay var ki önümüzdeki günlerde yıldönümü olmasına rağmen bilinirliği son derece düşük bir mesele olarak adeta tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaya mahkum durumdadır. Tarihe Tripoliçe Katliamı olarak geçen bu vaka insanlık tarihinin en kara lekelerinden biri olarak hafızalarda diri tutulması gerekirken maalesef önümüzdeki birkaç yılda neredeyse hiç yaşanmamış gibi olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

23 Eylül 1821 günü Yunan ayaklanmacıların Mora yarımadasının merkezindeki Tripoliçe şehrini ele geçirmesiyle başlayan katliamlar günlerce sürmüş ve kaynaklara göre 10000 ila 30000 arası Türk, Müslüman ve Yahudi nüfus birkaç gün içerisinde çeşitli işkenceler görerek öldürülmüştür. O gün katliamların içerisinde olan ve Yunan milli kahramanları arasında yer alan mareşal Teodoros Kolokotronis anılarında 32000 kişinin katledildiğini ve cesetlerin çokluğundan atının şehir duvarlarından saraya kadar toprağa basmadan gittiğini yazmaktan çekinmemiştir. Yine Avrupa Tarihi uzmanı ve ‘’The War of Greek İndependence- 1821 to 1833’’ kitabının yazarı İngiliz tarihçi Walter Alison Phillips Tripoliçe katliamı hakkında:

‘’Üç gün boyunca şehrin sakinleri, bir vahşi çetenin kötülüğüne ve keyfine bırakıldı. Yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmadı. Kadınlar ve çocuklar, öldürülmeden önce işkencelere tabî tutuldu. Katliam o kadar büyüktü ki, Kolokotronis kapıdan hisara kadar atının ayaklarının yere hiç dokunmadığını söyledi. Şehirdeki Yunan zaferinden sonra yol kenarları cesetler ile doldu. Kadınların ve çocukların bulunduğu Müslüman kitleleri, yakınlardaki dağlarda sığır gibi doğrandı.’’

yazarak katliamın boyutlarını anlatmıştır. Yine bir başka İngiliz tarihçi William St Clair katliam sırasında Tripoliçe’de bulunan yabancı subayların anılarını şöyle aktarmıştır.

“10 bin üzerinde Türk öldürüldü. Paralarını sakladığı şüphe edilen tutsaklar işkence edildi. Kolları ve bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hamile olan kadınların karınları kesildi, kafaları kesildi ve köpek kafaları bacaklarının arasına sokuldu. Cumadan pazara kadar hava cığlık sesleriyle doluydu…. Bir Yunan 90 kişiyi öldürdüm diye övünüyordu. Yahudi topluluğu sistemli bir şekilde işkenceden geçirildi…. Haftalarca aç bırakılan Türk çocukları çaresiz yıkıntıların arasında koşarken Yunanlar tarafından yere atıldılar sonra vuruldular…. Su kuyuları cesetlerle dolduruldu…”

“Yunanistan’daki Türkler arkalarında az iz bıraktılar. 1821 ilkbaharında dünyanın geri kalanı tarafından arkalarından gözyaşı dökülmeden ve farkedilmeden aniden yok oldular. Bir zamanlar Yunanistan’ın bütün ülkenin etrafına dağılmış büyük bir Türk nüfusuna sahip olduğuna bile inanmak zordu. Bu ailelerin arasında varlıklı çiftçiler, tüccarlar, memurlar yaşıyordu ve yüzlerce yıl boyunca burada yaşamış ve buraları kendi yurtları olarak kabul etmişlerdi… Kasıtlı ve acımasızca öldürüldüler ve hiçbir zaman pişmanlık gösterilmedi.”

Mora’da ve Yunanistan’ın diğer bölgelerindeki katliamlar bunlarla sınırlı kalmadı. Bağımsızlıktan sonra da bölgesel olarak katliamlar ve saldırılar devam etti. Bölgedeki özellikle Müslüman ve Türk nüfus sistematik olarak ya göçe zorlandı ya da yok edildi. Üstelik bu saldırılardan tek etkilenen Türk veya Müslüman nüfus da değildi. Amerikalı Tarihçi Stewe Bowman bölgede yaşayan Yahudilerin de yaşadıklarını şöyle anlatıyor.

Böyle bir trajedi, Yahudilere karşı özel olarak uygulanmamıştır. Tripolis’teki Türk katliamlarından sonra güneyde kalan son Osmanlı kalesine de Yahudiler sığınmıştı. Öyle görünüyor ki, Yahudilerin de katledilmesi, Türklerin katledilmesinin diğer sonucudur.

 

 Görüldüğü üzere iki ülkenin tarihi birbirlerine karşı yaptıkları saldırılar ve suçlamalarla dolu. Yunan tarafı her fırsatta bu ve benzeri örnekleri hem kendi hem de Dünya kamuoyuna olabildiğince anlatmaya çalışıyor. Maalesef ki ülkemiz bu konularda oldukça zayıf. Sadece Yunan meselesi ile ilgili de değil; kendisine yöneltilen hiçbir suçlama karşısında kendisini kendi tarihi verileri ile savunmaktan ve kendini Dünya’ya anlatmaktan sürekli imtina ediyor. Birçok kişi bu konuda Dünyadaki Türk ve Müslüman karşıtlığından dolayı bizim gerçeklerimizin duyulmadığını ve gözardı edildiğini söyleyebilir. Bunda da haklılık payı bulmakla beraber biraz da kendimize bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye olarak biz de Cumhuriyetin ilk yılları dışında kendimizi hiçbir zaman Dünya’ya anlatma çabasına girişmedik. Yukarıda bahsettiğimiz mesele gibi sayısız örneği mevcut. Türkiye’de dahi bilinmeyen bu ve benzeri hadiselerde gördüğümüz gibi yabancı ve batılı kaynakları kullanmak durumundayız. Çünkü Ülkemiz tarihçiliğine de bu meseleler araştırılmaya ve anlatılmaya layık görülmüyor. Bizim saklı tarihçilerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamalarını ‘’araştırıp bilinmeyen ortaya çıkarmayı’’ daha çok seviyor gibi…

Alperen KÖSE

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu